Belki de bu yüzden, geçmişte beni en çok etkileyen yerlerin değişimini gözlemlemek istedim. O mekânlardan yalnızca biri, hâlâ aynı keyfi verdi: Casa Enrique.
Burası 2021 yılına kadar bir Michelin yıldızına sahipti, fakat artık yıldızını kaybetmiş. Yine de ne menüsü ne de ruhu, o kasvetli ve gereğinden fazla ciddiye alınmış “fine dining” restoranlarına benziyor. Sade, huzurlu bir ortamda geleneksel Meksika mutfağı sunuyorlar. New York standartlarına göre de pahalı sayılmaz; kişi başı yaklaşık 50 dolara doyurucu bir akşam yemeği mümkün.
Menüde klasik guacamole ve taco’ların dışında bir tabak özellikle dikkat çekici: mole.
Mole ile ilk kez yine bu restoranda tanışmıştım. Sonrasında Meksikalı arkadaşlarımın aile sofralarında da deneme fırsatım oldu. Tüm bu deneyimlerden sonra bile Casa Enrique’nin mole’si hâlâ aklımda aynı lezzette. Kısaca anlatmak gerekirse mole, çikolatalı tavuk. Evet, kulağa sıra dışı geliyor ama acı biber, badem, kuru üzüm ve çikolatayla hazırlanan bu geleneksel sos, tatlı–acı–bitter dengesiyle son derece rafine bir lezzet yaratıyor. Finaldeyse klasik tres leches (bizim “trileçe”nin kökeni) bu Meksika sofrasını tamamlıyor.
Casa Enrique – 5-48 49th Ave, Long Island City, NY 11101
Meksika değil de Asya mutfağına meraklıysanız, ramen ve benzeri yemekler için iki adres öne çıkıyor: Ivan Ramen ve Jeju Noodle Bar.
Ivan Ramen bir hayli popüler; hatta Netflix’in Chef’s Table serisinde kendilerine özel bir bölüm bile ayrılmış. Şöhretin tabaklara zarar vermediği nadir örneklerden. Hem kızarmış Japon usulü tavuklar hem de tavuk suyuna yapılan ramen oldukça başarılı.
Jeju Noodle Bar ise Kore mutfağına odaklı, bir Michelin yıldızına sahip ve yer bulmak oldukça zor. Burada kemik suyuyla yapılan ramen denenmeli. Balıklar da tazelikleriyle dikkat çekiyor. Ivan Ramen’den biraz daha pahalı olsa da (kişi başı 60–70 $ civarı), ödediğiniz her kuruşu hak ediyor.
New York’taki günlerim boyunca üç farklı yerde hamburger denedim: Hamburger America, 7th Street Burger ve Au Cheval.
İlk ikisi “smash” tarzında, Au Cheval ise klasik Amerikan hamburgeriydi. Tatmin edici olsalar da malzeme kaliteleri konusunda ciddi soru işaretleri bıraktılar. Aslında bu sadece hamburgerler için değil, genel olarak Amerika’daki yemeklerin çoğu için geçerli.
Belki uzun süredir İtalya’da yaşamamın getirdiği bir şımarıklık; ama burada etin, sebzenin, meyvenin tadı sanki eksik. Üç mekânda da hamburgerin lezzetini belirleyen şey eti değil, çedar peyniri ve Big Mac sosunu andıran soslardı.
Lezzetli mi? Evet. Ama gastronomik anlamda bir referans noktası mı? Pek sayılmaz.
Taco içinse iki mekana uğradım: Chelsea Market’teki Los Tacos No.1 ve 50 Best listesinde bir dönem 22. sırada yer alan Cosme’nin şefleri tarafından açılan Santo Taco.
Ne yalan söyleyeyim, zincir haline gelmesine rağmen Los Tacos No.1 bana daha çok hitap etti. Mısır unuyla yapılan taze lavaşlara dana ya da tavuk eti, guacamole, soğan ve bol kişnişle hazırlanan taco’lar gerçekten lezizdi.
New York’taki pastaneler konusuna gelince…
Öncelikle küçük bir itiraf: Avrupa ve Türkiye’de pahalı bulduğum tüm kruvasancılardan özür dilerim. Çünkü New York’ta durum bambaşka. Bana önerilen birçok pastanede bir kruvasanın fiyatı 7–8 dolar civarındaydı. Hakikaten çivisi çıkmış durumda.
Yine de fiyatlara rağmen ürünlerinden keyif aldığım bazı pastaneler oldu:
Manhattan:
Danimarka menşeili bir kahve kavurucusu. Filtre kahvelerini beğenmesem de sütlü kahveler ve pastane ürünleri başarılı.
Yaratıcı kruvasan çeşitleriyle küçük bir pastane. Hemen yanındaki Coffee Project’e geçip kahveyle tamamlamak iyi bir fikir.
Brooklyn:
Williamsburg’un en keyifli kahvaltı noktalarından biri. Sade ama özenli. Kruvasanlar ve pain au chocolat’lar oldukça başarılı.
Williamsburg demişken; New York’un belki de en karakterli mahallesi burası. Manhattan’ın gürültüsünden uzak, daha Avrupai bir mimariye sahip. Sokaklarında yürürken insan kendini Londra’da sanıyor, ama köşe başında yine bir Amerikan zinciriyle karşılaşıyor. Belki de bu zıtlık, şehrin en büyüleyici yanı.
New York; pahalı, kaotik, kalabalık ve stresli. Bu insan seli içerisinde bile genel olarak Amerikalıların yalnızlıkları da gözlerden kaçmıyor. Size ilk tanıştığınızda çok sıcak kanlı davransalar bile samimiyetiniz sadece belirli bir noktaya kadar ilerliyor.
Belki de bu yüzden hayat bu kadar hızlı akıyordur. Yalnızlıktan kahvelerini paket alıyor, bütün bir pizza paylaşmak yerine dilim olarak hızlıca yiyor ve fast food tüketiyorlardır. Çünkü belki bu hızlı akan hayatlarını biraz yavaşlatsalar ve çevrelerine bakıp düşünseler, ne kadar yalnız olduklarını anlayacaklar.
Hayat paylaştıkça ve yavaş yavaş tadını çıkarınca güzel. Bu New York seyahatimin de dersi bu olsun.